Merhaba dünya!

Yayınlandı: 14 Kasım 2010 / Genel

Merhaba dostlar, uzun süren bir ayrılıktan sonra sizlerle yeni blogumda selamlaşmaktan mutluluk duyuyorum. Umarım bu sayfada sizin yüzünüzü güldürecek paylaşımlar yapabilirim.

Tebessüm ile… 🙂

Tek Hece (Aşk) – Cemal SAFİ

Yayınlandı: 30 Haziran 2009 / Genel

Tek Hece (Aşk)

Var mı beni içinizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim.
Kalmasa da
şöhretimi duymayan,
Kimli
ğimi tarif etmek zor benim…

Bülbül benim lisanımla ötüştü.
Bir gül için can evinden tutu
ştu.
Yüre
ğine Toroslar’dançığştü.
Yangınımı söndürmedi kar benim…

Niceler sultandı, kraldı, şahtı.
Benimle de
ğişti talihi bahtı,
Yerle bir eylerim taç ile tahtı,
Akıl almaz hünerlerim var benim…

Kamil iken cahil ettim alimi,
Vahşi iken yahşi ettim zalimi,
Yavuz iken zebun ettim Selim’i,
Her oyunu bozan gizli zor benim…

Yeryüzünde ben ürettim veremi.
Lokman Hekim bulamadı çaremi.
Aslı için kül eyledim Kerem’i.
İbrahim’in atıldığı kor benim…

Sebep bazı Leyla, bazı Şirin’di.
Hat’rım için yüce da
ğlar delindi.
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi.
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim…

İlahimleMevlana’yı döndürdüm.
Yunus’umla öfkeleri dindirdim.
Günahımla çok ocaklar söndürdüm.
Mevla’danım, hayır benim,
şer benim…

Benim için yaratıldı Muhammet!
Benim için yağdırıldı orahmet!
Evliyanın sözündeki muhabbet,
Enbiyanın yüzündeki nur benim…

Kimsesizim hısmım da yok, hasmım da
Görünmezim cismim de yok, resmim de
Dil üzmezim, tek hece var ismimde
Barınağım gönül denenyer benim…

Cemal SAFİ

 

Ayrılık Gelmeden Git Sen

Kimsesiz
bir gökyüzüne
Lâl bir dilin tüm sesiyle haykırması kadar sağır,
Karanlık sularda, bir âmânın gözlerini araması kadar kör;
Yani anlamsızlığa yeni anlamlar yükler gibi
Yalnızca yalnızlığa anlatıyorum kendimi

Çıkmaza düşmüş şiirlerin koynunda
Bir uzun yol oluyor kalemden süzülen her harf
Her hece aklımın kabristanlarında yankılanan
Sahipsiz bir ölüm çığlığı,
Masumiyeti sesimde eskiyen…
Ve dudaklarımın ucunda bitmek bilmeyen acılı tiryakilikler
Ve sonrasızlığın deminde keder dökülüyor kağıtlara
Hâsılı aşk; ölü doğmuş bir çocuk şimdi
Yüreğimin sevda çukurlarında…
Hadi yâr kendini al gecelerimden
Al ve git!
 

Zaten bir uzak düştü benimki;
Ertelenmiş zamanlarda resmedilirken mavinin imkansızlığı,
Şiirler nice sevdaya küs bakış hüküm giymişken,
Ezbersiz acılar eşliğinde gözlerinde tükenmek
Ve ölebilmek kirpiklerinin iz düşümünde
Hani meçhul bir izbede seninle el ele…!

Oysa mutluluğu çoktan rehin bıraktım ben
Bilmem hangi şehrin emanetçisinde
Ve senden habersiz,
Adından acılar türetiyorum şimdilerde…
Dilimin ucuna geliyorsun bir zaman
Yaşamak soruyorsun!
Yaşamak; kör bir sancıdır sol yanımda,
Dönüşsüz bir türkünün kambur sesinde yitip giden…!
Ve dinledikçe kendimi,
Kâbus olup büyür geceler karanlığın uğultulu yollarında…
Ben kaçmak isterken her şeyden
Gözlerin adına kendime sefer üstüne sefer eylerim.
Sana çok benzeyen bir şehir olur geçtiğim her yer
Her yer öylece uzar gider içinde gözlerimin


Ve bizden çok uzakta
Mevsim çömezi bir haziran
Sonbahara uyanır şehr-i İstanbul,
 

Gözlerinde bir mavi yangın
Ve saçlarından dökülür martılar
Üsküdar’da pasaklı bir deniz kızının
Sâhi martılar diyordu bir şair:
“Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin”
Yani öylesi kimsesiz ve unutulmuş
Yani morarmış kanatlarında münzevi bir hayat taşıyan
Sonrası geç kalmış yaşanmışlıklarda
Bulutsuzluğa prangalı bir çift yağmur damlası,
Yağmasın diye kulelerde saklanan..!

İşte böyle “can” dediğim:
Yetim çocuklar hüznünde
Kâhır yüklü gölgeme
Çokça sahiplik etmişken bedenim,
Yorgunluğun kıyısında
Hüzün olup işlenmişim ömür gergefine…
Çapulcu dillerin nazarında
Sevdaya zûl libaslar giyinen,
Uğursuzluk alâmeti koca bir hiç’miş adım…
Ötesi yok!


Gurbet yokuşu ağlamalar
pazarında
İki damla gözyaşıymış bedelim
Ve soyunup benliğimden
Elem üstüne elem giyinmiş
Sana pervane yüreğim
Gözlerimde gözlerini ateş bilip yanmışım öylece
Hiç ses etmemişim
Meğer ne çok kedermiş
Gözlerinin içinde tutuklu kalmak..!

Lâkin sevmişim işte
Her şeyden ve herkesten öte
Sadece sevmişim seni…
Ama sen kendini sök düşlerimden
Sök ve git şimdi!

Yolların koynunda
Başımı yaslayıp ölümün yamacına
Bunca acıyla yoldaş olmuşken ben
Sen kaç benim kalabalığımdan
Ve bir intiharın şafağında
Sesini sil şiirlerimden
Olmasın dönüşü gittiğin yolun
Kalemi kırılmış gelişlerin hükmünde
Sonsuz bir gidişle
Unutmalara aç yüreğini,
Yüreğini toparla yüreğimden
Cellat bayramı asılışlarda
Nasırlı urganlar kuşanmış şiirlerde seyreyle yüzümü
Ve zamana not düşsün akreple yelkovan
Yüzün kalbimin ortasında
Yalnızlık yazgısı yemin olsun
Ki belki arınıp mezar kalabalıklardan
Ben yine ben olurum…!
Yağmurlu bir gökyüzü akşamı

Hani olur ya!
Düş yorgunu bir martı gelir de hatırlatırsa beni
“Ziyan ömürler kucağında
Kendine has ölümler büyüten
Bir deli çocuktu” dersin…
Hadi git şimdi
Git ki gözlerine “ayrılık” değmesin…

Kahraman Tazeoğlu

Hz. Ali diyor ki:

Yayınlandı: 29 Nisan 2009 / Güzel sözler
Hz. Ali diyor ki:

Sular
yükselince balıklar karıncaları yer,
 sular
çekilince karıncalar balıkları…

Kimse bu günkü üstünlüğüne ve gücüne aldanmasın, çünkü kimin kimi yiyeceğine suyun akışı karar verir. 

            "Akıl tam olunca söz
azalır.”

Divan Örneği (Ziya PAŞA)

Yayınlandı: 29 Nisan 2009 / Genel

    Asaf’ın mikdarını bilmez Süleyman olmayan,

    Bilmez insan kadrini âlemde insan olmayan..

     

    Zülfüne dil vermeyen bilmez gönül ahvalini,

    Anlamaz hal-i perişanı perişan olmayan..

     

    Rızkına kani olan yardıma minnet eylemez

    Alemin sultanıdır muhtac-ı sultan olmayan..

     

    Kim ki, Hak’tan korkmaz ondan korkar erbab-ı kûl,

    Her ne isterse yapar Hak’tan hirasan olmayan…

     

    İtiraz eylerse nâdân Ziya hamuş olur,

    Çünkü bilmez kadiri güftarı suhendan olmayan..

     

    ZİYA PAŞA.

Ne Mutlu Türküm Diyene! 

Başbakan İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü’nde Atatürk’ü ziyaret
etmi
ş:
 

– Hayırdır İsmet… Habersiz geldin. 

– Paşam, azınlıklar
meselesi… Konuyu Meclis’e getirece
ğiz… Ne diyorsunuz?
 

İsmet bugün geç oldu…
Yarın sabah erkenden gel, konu
şalım.
 

İnönü çıkınca Atatürk "bütün
görevlileri" toplamı
ş:
 
– Sadece laleler kalsın… Bahçedeki di
ğer bütün çiçekleri
sökün, atın… Derhal.
 

İsmet Paşa sabah gelmiş, bahçenin "halini" görmüş ve
"görevlilere" sormu
ş:
 
– Ne oldu böyle? 

– Gazi Paşa Hazretleri emrettiler,
söktük.
 

Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün odasına
girmi
ş:
 
– Pa
şam, bahçenin durumu
nedir?
 

– Azınlıkları söküp attım İsmet. 
İnönü "anladım" dercesine başını öne eğmiş: 
Atatürk: 
İsmet, ben "Ne Mutlu
Türküm Diyene"
 
sözünü bo
ş yere söylemedim…
Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evladı… Ben hayatta oldu
ğum sürece bu böyle
bilinsin… Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın.

Sensiz Yaşayamam (İlhan ÖZÜKİL)

Yayınlandı: 16 Aralık 2008 / İnceleme
         

                                                            http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

SENSİZ YAŞAYAMAM

 

KÜNYESİ :

Eserin Adı : SENSİZ YAŞAYAMAM

Eserin Yazarı : İLHAN ÖZÜKİL

Yayın Yeri : Arif Bolat Kitapevi – İstanbul

Yayın Yılı : 1944

Sayfa Sayısı : 90

 

 

Romanın Konusu : Ferruh, Leman ve Makbule üçgeninde geçen aşk hikayesi romanın konudur.

Romanın Ana fikri : Aşk, bir insanın karşılaşacağı en yoğun his halidir, bu hali sevilen kişiye aktarırken ona zarar vermemeye çalışmak gerekir. 

Romanın Özeti :

 

Başkalarının şartlarına uyarak kalabalık içinde, yarı hür bir yılbaşı eğlencesini sevimli bulamayan aile, yılbaşını evlerinde eğlenerek karşılamaya karar verdiler. Dört kişiydiler: Yaşlı bir baba, karısı Gülizar Hanım, kız kardeşi Zaika ve oğlu Piyanist Ferruh. Ailenin tüm fertleri masa başında oyun oynayarak eğlenirlerken Zaika Hanım’ın rahatsızlığının arttığı yüzünden belli oluyordu. “Zaika Hanım otuz yaşlarında, dul bir kadın olup kalbinden rahatsızdı. Bir hafta evvel hastaneden çıkmıştı. Tedavisine evde devam ediliyordu. Fazla heyecan veya endişe hasta kadının kalbinde çarpıntılar husule getirerek ona rahatsızlık verebilirdi” (sy. 4). Zaika Hanım bayıldı ve Zühtü Bey ile Ferruh onu hastaneye götürdüler. Doktor, beklemenin faydasız olduğunu, istedikleri zaman telefon ile durumu öğrenebileceklerini hasta yakınlarına bildirdi.

 

Hastanenin görevlilerinden Leman Hemşire hastayla çok alakadar oluyordu, çünkü Zaika Hanım’ı çok sevmişti. Zaika Hanım’ın dost olduğu bir başka kişi ise bir zaturre hastası idi. Bu hasta on yedi yaşlarında, beyaz yüzlü, kumral saçlı Makbule Hanım idi.

 

Leman Hanım ile Ferruh önceden tanışıyorlardı, Ferruh Leman’a gitar dersi veriyordu. O ne kadar piyanist olsa da gitardan da anlıyordu. Ancak Ferruh, Leman ’a halasının aynı hastanede yattığını söylememişti. Leman Hanım çok sevdiği hastası Zaika Hanım’ın Ferruh’un halası olduğunu onun ziyarete geldiği gün öğrendi.

 

Leman Hemşire sorumlu olduğu diğer koğuşta yattığı Sami’yi seviyordu. Zavallı kız Sami ile Ferruh arasında tercih yapamıyordu. Ferrruh ise halası ile aynı koğuşta yatan Makbule’ye dikkat kesilir ve yüreği çarpar. Zavallı kızın ziyaretine kimselerin gelmediğini belirten hala, Ferruh’un kıza olan ilgisini anlamıştı.

 

Leman izin günlerini teyzesi Pakize Hanım’ın evinin alt katında gitarla meşgul olarak geçiriyordu. Pakize hanım sessiz, yaşlı ve dul bir kadındı.

 

Ferruh şimdi hastaneye giderken hiç olmayan bir kararsızlık içindeydi. Hastaneye teyzesi için mi, Makbule için mi yoksa hemşire için mi gidiyordu? İşte öyle bir kararsızlık içinde hastaneye giden Ferruh, Makbule’yi ziyarete gelen Necip’i görür. Necip, hasta kızın amcasının oğlu idi. Öyle bir tesadüf ki, Necip ile Ferruh arkadaşlardır. Necip Ferruh’la kısa bir hasret gidermeden sonra doktoru görmeye, Leman ise Sami’nin yanına gitti. Sami böbreğinden rahatsız bir öğretmen idi. Leman bu hastaya hem görevi icabı hem de sevginin etkisiyle moral vermeye çalışıyordu: “Büyük bir evimiz olacak. Sen her gün dersler bitince talebelerini bırakıp mektepten eve geleceksin. Çocuklarımız olacak. Mesut bir aile yuvası kuracağız.” ( sy. 24)

 

Necip, Ferruh’a amcasının kızını köşke götürmek istediğini ve doktorların da düşüncesi nispetinde oranın havasının hastalığına iyi geleceğini söyledi. Necip ardından halasının sıhhate kavuşması ile onları da köşkte görmekten duyacağı memnuniyeti ifade etti. Necip’in bu son teklifine galiba en çok sevinen yüzü gülen Makbule olmuştu. Ayrıca Necip arkadaşının müzisyen olduğu söylemesi ile hasta kızın memnuniyeti biraz daha arttı.

 

Leman görevli olduğu koğuşun değişmesi üzerine Sami’ye olan ilgisini biraz kaybetmişti. Sonra hemşire kız izne ayrıldı. Sami sevdiği kızın bari haftada bir kez ziyarete gelmesini istemişti. Ancak Leman musikiye büyük bir düşkünlük göstererek evden dışarı adımını atmamaya ve devamlı gitarı ile meşgul olmaya başlamıştı. Ferruh haftada iki kez Leman’a ders anlatmaya gidiyordu. Leman, Sami’ye olan ilginin acımaktan ibaret olmasından korkuyor ve Ferruh’u da sevemiyordu. Çünkü ilk sevdiği doktor kendisini aldatmış, başka bir kızı sevmişti.

 

Artık bahar sona ermiş, yaz sıcaklığını iyiden iyiye arttırmıştı. Önde Nahit ile Gülten, arkalarında Leman ile Ferruh ve en arkada Fethi ile Müjgan çevresi yeşillikleri içinde olan bir yoldan yürüyorlardı. Sonra büyük bir ağaç altında yemek yediler. Fethi yerinde duramıyordu, mülver kökü bularak yedi. Fethi arkadaşlarına da teklif ediyor, ardından içinde afyon olduğunu ve fazla yerlerse zehirleyeceğini söyleyerek uyarıyordu. Sonra dördü yerlerinden kalkıp gezmeye çıktılar, Ferruh ve Leman orada kaldı. İkisi de müziğin o rahatlığı içinde sevdalarını dile getiriyorlardı.

 

Akşam herkes evine döndü. Ferruh düşünüyordu; bir genç kızın en kıymetli mevhibesini, o bir ağaç gölgesinde bir andan istifadeyle gizlice almıştı. Suçluluk duygusundan kurtulan Ferruh, birden Makbule’yi düşünmeye başladı. Bir anda silkinir gibi “Hayır, ben Makbule’yi seviyorum ve yalnız onu sevebilirim,” dedi.

 

Ferruh bir ay için konsere gideceğini ve bu süre zarfında görüşemeyeceklerini söyledi. Konser yoktu, onun amacı köşke gidip Makbule’yi görmekti. Leman ise Sami’yi uzun süredir ziyaret etmediği için düşünceli idi. Ziyaretine gelmeyen Leman’a mektup yazıp ameliyata giren Sami, ameliyat sonrası çok bitkindi. Zaten tek böbreği önceden alınmış, ameliyatın şansı yüzde beşti. Rüyasında Leman ile hasret gideren hasta yürek artık bir daha atmamak üzere durmuştu.

 

Beyaz bir köşkün bahçesinde Makbule ile Necip aşk üzerine konuşuyorlardı. Bu konu Makbule’nin okuduğu aşk romanından açılmıştı. Necip aşkını dile getirdi: “Sensiz yaşıyamam.” Ancak Makbule bu aşka karşılık vermek bir tarafa onun tek düşüncesi Ferruh idi.

 

Necip’in babasının İzmir’de bağları ve arazileri vardı. Bu nedenle Necip temmuzda İzmir’e gitmeliydi, ama şu hasta kızı bırakıp nasıl gidecekti? Ancak on beş günü vardı. Bu süre zarfında Makbule ile anlaşıp nişanlanmak arzusu vardı, çünkü gidince uzun süre dönmeyecekti. Her geçen Necip’in ümidini kıran hasta kızın gözlerinin çevresi uykusuz gözler gibi kararıyordu. Doktorlar kızın ciğerlerinin iyice bozulduğunu ve hastalığın seyrine devam ettiğini belirtiler. Kızın karyolası bahçeye konuldu, hemen öteye ise Necip için bir karyola atılırken evin hizmetkarı Hüsmen Çavuş için de bir karyola atılması ihmal edilmedi. Geceleri Necip uyanarak Makbule’nin üzerini ötüyor, ruhî bir mana kazanan güzelliğinden bir buse alarak seyre dalıyordu.

 

Sonunda ziyarete gelen Ferruh, Necip’in isteği üzerine fazla dinlemeden piyano başına geçti. Daha sonrasında hasta kıza sevgisini dile getiren müzisyen genç, “Size verdiğim sonsuz sevgim bırakın sizde kalsın, onu geri çevirmeyin,” dedi. Bu sözlere Makbule’nin karşılığı “Hayır, onu kabul edemem,” oldu (sy. 58). Makbule, bu sevgiyi uzun süre kalbinde taşıyacak kişinin hak ettiğini vurguladı. Makbule genç aşığı reddetti ise de içinde sonsuz bir aşk taşıyordu: “…. Bugün üzerinde gezdiğim şu yerler çok geçmeden benim ebedi istirahatgahım olacaktır. Vücudum toprağın kucağına serilip, ruhum benden uzaklaştığı zaman onunla yalnız bir şeyin ebediyen birleşip kaybolmayacağını biliyorum. O da benim aşkımdır.” (sy. 60)

 

Leman izin günlerinin bir an önce bitmesi için bekleyişteydi. Hastaneye gitmek istiyordu ancak izinli olduğu halde gitmesinin dikkat toplayacağını bildiği için gidemiyordu. Aynı zamanda Ferruh’un kendisini kandırıp kirlettiğini düşünen genç kız, belki de karnında ondan bir parça taşıyordu. Ama Leman, Sami’nin kendisini her haliyle kabul edeceğini düşünerek teselli buluyordu.

 

İzmir’e gitme zamanı geldiği için üzüntülü olan Necip gece Makbule uyurken ondan uzun bir buse aldı. Makbule gözlerini araladı, ancak hasta kız onu bir daha tekrarlamaması için uyarmaya gerek duymadı, çünkü yarın gidecekti.

 

Makbule’nin ailesinin alakasız olmasından dolayı köşk istirahatı için uygundu. Artık kız iyice yatağa bağlanmıştı. O sıra Ferruh gelmişti ve birlikte gelecek planları yapıyorlardı. Kız mesuttu ama öleceğini de biliyordu: “Beni sakın unutma. O gün piyanoda o ilk parçayı çaldıkça beni hatırla. Ruhum parmakların arasına gelecektir. Ellerini oynattığın zamanlar onu sevip okşamış olacaksın” (sy. 70). İki aşık muhabbet ederken Necip’ten çok hasta olduğunu ve yarın döneceğini belirten bir telgraf aldılar. O anda Makbule, Necip’in kendisini daha önceleri de öptüğünü de düşünerek sarardı. O an kız fenalaştı. Doktorun tavsiyesi üzerine yatağı içeri aldı ve Ferruh da gitmenin doğru olacağı düşüncesiyle ayrıldı. O gece zavallı kız sevgisini sayıklayarak öldü.

 

Ertesi gün Necip köşke gelir gelmez Makbule’nin anne ve babasının da dahil olduğu kalabalık ortasında tabutu görünce mahvoldu ve kimse görmesin diye saklandı. Uzun süre sonrasında Mümtaz Beyin emri ile zavallı kızın gülleri çok sevmesi dolayısıyla Hüsmen Çavuş gül almaya güllerin arasına dalınca Necip’i görür. İçindeki aşk ile yok olan gencin hemen yanında birkaç damla kan gören hizmetkar hemen efendisine koştu. “Necip Beyi öldürmüşler!”

 

Üzücü olaylar yüzünden yatağa mahkum olan baba ve kocasını yalnız bırakamayan kadın cenazeye katılamadı. Herkes Necip ile Makbule’nin birbirini sevdiğini düşünüyordu ve bu sebeple mezarları yan yana idi.

 

Ferruh koşarak köşke geldi ancak kimse yoktu. Ertesi gelip olanları duyan Ferruh yıkıldı. Genç kızın “seni bir daha görmeden ölmek istemiyorum. Biliyorum yarın geleceksin. Fakat senin sanatkar parmaklarında saçlarımı okşayamayacaksın,” sözlerini duyan Ferruh, bu sözlerin kendisine hitaben olduğunu anladı. İlk başta ölmek isteyen ve sevgilisine kavuşma arzusuyla yanana Ferruh, sonra aşkının vasiyetini aklına getirdi. Her piyano çalışında onu hatırlayacaktı.

 

Ferruh epey bir süre sonra Leman’ı düşünmeye başladı. Hastaneye gitti, Leman ortada yoktu. Sami’nin mektubu verdiği yaşlı adam her şeyi anlattı: Leman’ın izni dolunca Sami’nin ölümünü duymuş ve çok üzülmüş. Mektubu okuyup bayılan kız sonraları zehir içmiş. Ama sonra iyileşmişse de tekrar hastalanmış ve o günden sonra görmemişler. Hala mektubu saklayan adam kağıdı Ferruh’a verdi. Ferruh kızın teyzesinin evine gitmiş. Kız hamile olduğu için zehir çocuğu öldürmüş ve Leman’ı ameliyata almışlar fakat kurtaramamışlar. Bunu anlatan teyze çok kızgındı, buna neden olanı eline geçirse öldürecekti.

Ferruh dışarı çıktı. O artık yalnızdı. “Ah hayat… Ah yalnızlık,” dedi. “Nihayet bir gün hepimiz yalnız olarak mahiyetini bilmediğimiz bir alemin esrar dolu karanlıklarına gömüleceğiz.” (sy. 90)

 

 

Şahıslara Bağlı İnceleme

 

1. Dereceden Şahıslar :

 

ü  Ferruh : “Muhayyilesinde siyah, çatık kaşlarla manalaşan dolgun yuvarlak çehreli, esmer bir piyanistin hayali kımıldandı.” (sayfa 25).

ü  Makbule : “Dağınık kumral saçlarının çevrelediği beyaz çehresini süsleyen hafif pembe yanakları zaman zaman kızarıp yanıyor, sonra yine solarak eski haline dönüyordu.” (sayfa 7). “… on yedi yaşlarında genç bir kızla …” (sayfa 7). “Bu hasta kızın ismi Makbule’dir. Yirmi günden beri zaturreden yatıyormuş. Ama henüz bir kerecik annesi gelmemiş. Ailesi 

ü  Necip : Makbule’nin amcasının oğlu, Ferruh’un uzun yıllar öncesindeki arkadaşıdır. Zayıf, duygusal ve çekingendir.

ü  Leman : “Annesi ve babası o küçükken ölmüşlerdi.” (sayfa 18) . Hemşire.

 

2. Dereceden Şahıslar :

 

Ø  Zaika Hanım : “Zaika Hanım otuz beş yaşlarında dul bir kadın olup kalbinden rahatsızdı. Bir hafta evvel hastaneden çıkmıştı.” (sayfa 4).

Ø  Pakize Hanım : “Leman’ın teyzesi Pakize Hanım çocuksuz, yaşlı bir kadındı. Pek de konuşkan değildi.” (sayfa 18)

Ø  Sami : “… deminki kumral saçlı, solgun yüzlü hasta muallim…” (sayfa 25).

Ø  Hüsmen Çavuş : Necip’in köşkünün hizmetkarı.

 

Kendisinden Bahsedilen Şahıslar :

 

v  Mümtaz Bey : Makbule’nin amcası, Necip’in babası.

v  Kemal Bey : Leman’ın eniştesi, Pakize Hanım’ın ölmüş olan kocası.

v  Makbule’nin Annesi ve Babası : “… Ailesi şefkatsiz insanlar.” (sayfa 15)

v  Gülizar Hanım : Ferruh’un annesi.

v  Zühtü Bey : Ferruh’un babası.

v  Ferruh’un Arkadaşları : “Önde Nahit ve Gülten, peşlerinde…. ve en arkada Fethi ile Müjgan.” (sayfa 35)

 

Romanda Zaman : Bir yılbaşı akşamı başlayan olaylar diğer yılbaşını yakalayamıyor. Romanın zamanı sekiz – on ay ile sınırlıdır. Bunu Necip’in Ağustos mevsiminde İzmir’e gidişinden anlıyoruz. Bu gidiş pek uzun sürmeden olaylar devam ediyor ve roman son buluyor.

 

Romanda Mekan : Eserin dış mekanı İstanbul’dur. İç mekan olarak Ferruh’un evi, Leman’ın teyzesinin evi, hastane ve köşk kullanılmıştır.

 

Romanda Plan : Klasik anlatım tarzı benimsenmiştir. Giriş bölümünde yazar Ferruh ile Makbule’nin tanışmasına ortam hazırlamak amaçlı Zaika Hanım’ın hastalanıp hastaneye kaldırılmasına değiniyor. Gelişme bölümünde aşk duygusu işlenir. Ferruh’un gönlünün Leman ile Makbule arasında tercih yapamaması, Sami’nin durumu, Necip’in karşılıksız aşkı anlatılıyor. Sonuç bölümünde ise Makbule ve ardından Necip’in ölümü ve Ferruh’un yalnız kalması ele alınıyor. Yazarın ortam hazırladığı aşk gelişme bölümünde alevlenirken sonuç bölümünde ise mutsuz son ile bitiyor.

 

Romanın İçeriği : Roman bir aşk ve ıstırap romanıdır. Şehirde geçen bir aşkın talihsiz sonu bu romanı oluşturur. Ana kahramanlar Ferruh’un aşk serüveni çevresinde karşılıksız aşkın acısını çeken Necip, sevilse de sevdiği kızın talihsiz yaşamı neticesinde ıstırap çeken Sami’nin yer aldığı roman Makbule ve Necip’in ölümü ile neticelenir.

 

Romanın Üslubu : Romanda akıcı bir üslup kullanmıştır. Hacmi kısa olan romana bir çok olay sıkıştırması romanın akıcılığını gözler önüne serer.

 

Dil ve Anlatım : Romanın dili oldukça yalındır. Cümleler kısa olması esere akıcılık kazandırmıştır. Tasvirlerde bulunarak anlatıma canlılık ve resim özelliği kazandırılmıştır. Karşılaştırmalar yaparak ve yorumlarını katarak taraf tutan yazar, olaylara ortamı titizlikle hazırlamıştır. Halk söyleyişlerine değinilmiştir: “Çocuklar, şeytan geçti…” (sayfa 25). Yazar aşk çemberi içinde olanlar içinde kimisini kayırıyordur. Sami’yi devamlı zavallı, yaşadıklarını hak etmeyen birisi olarak gösteren yazar Leman’ın içine düştüğü duruma zamanın gençleri yererek yorum getirmiştir ve Leman’ı bir bakıma hatalı göstermiştir. Ancak gönlüne karar kıldıramayan Ferruh’a neden ise hata yüklemeyen yazar, eserini ölümleri ile sonlandıran Necip ile Makbule’yi birbirine daha uygun bulduğunu saklasa da kısmen belli ediyordur.

 

Yorum : Yazar güzel bir şekilde ele aldığı konuya tarafsız olsaydı daha güzel olacaktı. Yazarın bu tutumu hatalı insanları temiz göstermekten başka bir işe yaramıyor. Zamanın gençlerini eleştirerek Leman’ı suçlayan yazarın aynı suçlamayı neden Ferruh’a karşı yapmadığını anlamış değilim.

 

Eser dili bakımından oldukça anlaşılır. Akıcılığı ve hacmi dolayısıyla bir nefeste okunacak bir eserdir.

Kurban Bayramı…

Yayınlandı: 08 Aralık 2008 / Kalp yolunda bir gün...
         

                                                            http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

 

Kurban Bayramı

                    İbrahim Peygamberin eşinin kısır olması nedeni ile bir çocuğu olmayınca Allah’a yalvarır, dua eder. Kendisinin ve eşinin yaşlı olduğu bir zamanda mucizevî bir şekilde oğlu olur.  Çocuk biraz büyüdüğünde, İbrahim peygamber rüyasında onu kurban etmesi gerektiğini görür. Oğluna "Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?” dedi. O da, “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” der.  Peygamberlerin rüyaları normal insanların rüyalarından farklı olduğundan bu bir emir olarak kabul edilmiş ve İbrahim peygamber oğlunu kurban etmeye götürmüştür.  Ancak Allah’ın emriyle bıçak çocuğu kesmez.  Bu esnada Cebrail kucağında bir koç  ile gelir. Bu imtihan başarı ile geçildikten sonra tüm İbrahimî dinlerde Zilhicce ayının 10. günü aynı şekilde kurban kesilerek kutlanan bayram olmuştur. İslam peygamberi , Hac gibi terk edilen İbrahim’ geleneği, tekrar hayata geçirmiştir.

 
         

                                                           http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

MASAL TEKERLEMELERİ                                                                                               

Masalların başında sözcüklerin ses benzerliğinden yararlanılarak söylenen yarı anlamlı, yarı anlamsız söz dizileri vardır. Bunlara “tekerleme” denir.

Masal tekerlemeleri birbirleriyle pek ilgisi olmayan, ancak dinleyicinin ilgisini masala çekmek için bir araya getirilmiş sözlerden oluşur. Tekerlemenin asıl güzelliği de, birbirleriyle ilgisiz gibi görünen bu tür sözlerin bir düzen içinde sıralanmasındadır. Bu da bir söz ustalığını gerektirir. Bu ustalık masal anlatanın, yani masalcının ustalığına bağlıdır.

Aslında tekerlemenin masalla hiçbir ilgisi yoktur. Sadece dinleyicinin ilgisini çekmek ve onu masal dünyasına girişe hazırlamak için söylenir. İşte masalcının söz ustalığı da burada başlar. Söylediği tekerlemeyle dinleyenleri neşelendirir. Anlatacağı masala ilgi çeker. Masalının dikkatle ve heyecanla dinlenmesini sağlar.

Kimi masal tekerlemeleri de bilinenlerden birkaçının birleştirilmesinden oluşur. Araya yeni deyim, benzetme ve sözcükler eklenerek yeni biçimlere sokulur.

Gelin şimdi de söz ustalığının en güzel örneklerinden biri olan masal tekerlemelerinden sizin için seçtiklerimizi okuyalım. Onları ezberlemeye çalışalım. Anlatacağımız masallara bu tür tekerlemelerle yeni renkler katalım.


Evvel zaman iken, deve tellal iken, saksağan berber iken… Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. İp koptu, beşik devrildi. Anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi, döndürdüler dört köşeyi. Dar attım kendimi dışarı… Kaç kaçmaz mısın… Vardım bir pazara. Bir at aldım dorudur diye. Bineyim dedim, at bir tekme salladı bana geri dur diye… Padişahın topları ateşe başladı. Topladım gülleleri cebime koydum darıdır diye. Tozu dumana kattım, Edirne’ye yettim. Selimiye minarelerini belime soktum borudur diye. Yakaladılar beni tımarhaneye attılar delidir diye. Babamdan haber geldi, onun eski huyudur diye. Bereket inandılar, tutup beni saldılar. Neyse uzatmayalım, masala başlayalım…


Bir varmış, bir yokmuş. Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde. Deve tellal iken, horoz imam iken, manda berber iken, annem kaşıkta, babam beşikte iken… Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, babam düştü beşikten, alnını yardı eşikten… Annem kaptı maşayı, babam kaptı küreği, gösterdiler bana kapı arkasındaki köşeyi… O öfke ile Tophane minaresini cebime sokmayayım mı borudur diye… O öfke ile Tophane güllesini cebime doldurmayayım mı darıdır diye… Orada buldum iki çifte bir kayık. Çek kayıkçı Eyüb’e…

Eyüb’ün kızları haşarı… Bir tokat vurdular enseme, gözlerim fırladı dışarı… Orada gördüm bir kız… Adı Emine, gittim yanına… Bir tarafı tozluk dumanlık, bir tarafı çayırlık çimenlik, bir tarafı sazlık samanlık… Bir tarafta boyacılar boya boyuyor renk ile… Bir tarafta demirciler demir dövüyor denk ile… Bir tarafta Mehmet Ali Paşa cenk ediyor şevk ile… Anan yahşi, baban yahşi, kurtuldum ellerinden… vardım masal iline.(Naki TEZEL’den)


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler top oynarken eski hamam içinde… Ben deyim şu ağaçtan, siz deyin şu yamaçtan, uçtu uçtu bir kuş uçtu; kuş uçmadı, Gümüş uçtu. Gümüş uçmadı, Memiş uçtu. Uçar mı, uçmaz mı demeye kalmadı; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten… Biri kaptı maşayı, biri aldı meşeyi; dolandım durdum dört köşeyi…

Vay ne köşe bu köşe! Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe; bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, şu köşe güz köşesi, diye iki tekerleyip üç yuvarlarken aşağıdan sökün etmez mi Maraş paşası!.. Hemen bir sarıya bir fare deliği bulup, attım kendimi dışarı; gelgelelim şu mahallenin yumurcakları haşarı mı haşarı; bir fiske vurdular enseme, gözlerim fırladı dışarı!..

Az gittim uz gittim… Dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim, gide gide bir arpa boyu yol gitmişim!..

Vay başıma, hay başıma; bu yol bitecek gibi tükenecek gibi değil, ya bir devlet kuşu konsa başıma, ya da alsa beni kanadına kaşına, demeye kalmadı bir de gördüm ki, ne göreyim? Adıyla sanıyla, yeşiliyle alıyla, Zümrüdüanka dedikleri değil mi? Kafdağı’nın üstünden süzüm süzüm süzülüp geliyor. Bakın hele! Yüzü insan, gözü ahu. Ne maval, ne martaval. İşitilmedik bir masal!..


Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde… Bu sözün önü var, arkası yok; gömleğimin yeni var yakası yok… Sabır da bir huydur, suyu var tası yok. De gel sabreyle sabreyle… İyi ama susuzla sabırsız ne yapar? Ya bir kuyu kazar, ya dolaşır çarşı pazar; ben de aç karın, yüksek nalın çıktım pazara, Mevlam uğratmasın iftiraya nazara…

Bir kaz aldım karıdan, boynu uzun borudan! Kendisi akça pakça, eti kemiğinden pekçe, ne kazan kaldı ne kepçe! Kırk gündür kaynatırım kaynamaz.

Hay dedim, huy dedim; bu ne pişmez şey dedim. Bir iken iki olduk, üç iken dört olduk; anan soylu, baban boylu derken kırk olduk; kırkımız kırk ateş yaktık!… Kırk gündür kaynatırım kaynamaz. Baktım ki olacak gibi, sofraya konacak gibi değil, eğil dağlar eğil dedik; onumuz hu çekti, onumuz su çekti; onumuz un, odun çekti; haydan geleni huya sattık, unu bulguru suya kattık. Suyu kazana, kazanı yeniden ocağa attık; vay ne kaynattık ne kaynattık… De şimdi kaynar mı, kaynamaz mı? Derken efendim bu kez başını kaldırıp bize bakmaz mı!..

Gayrı pabucunu bırakıp kaçan kaçana! Kanadını kaldırıp uçan uçana! Eh, bir ben miyim kırk kişinin gevşeği? Çıkardım ahırdan boz eşeği vurdum sırtına palanı, çektim yedi yerden kolanı; bindirdim üstüne doksanlık anamı. Boynuna mavi bir boncuk takmadım ama, koynuna koydum bir sabırtaşı. Sabırtaşı, sabırcıktaşı deyip geçmeyin öyle! Ne anamın aşı, ne gözümün yaşı. İtler işin başı, tandırın başı, masalın başı, bu sabırtaşı! Verilecek kuluna vermiş, bize de versin Yaradan; haydi dedikoduyu kaldırıp aradan, dinleyin şimdi; sabırlı kim, sabırsız kimdi…


Evvel zamanda, yoksullar handa
Beyler, konağında yaşarmış.
Buna öfkelendim
Bir hayli söylendim
Aldım başımı çıktım dışarı
Görmeyin gidişimi
Bakmadan sağa sola
Düştüm bir yola.
Az gittim, uz gittim
Dere tepe düz gittim
Çayır çimen geçerek
Arpa buğday biçerek
Soğuk sular içerek
Altı ay bir güz gittim
Yürüdüm yürüdüm vardım bir bağa
Daldım bir konağa
Vay sen misin dalan
Kimi kolumdan tuttu kimi bacağımdan
Attılar beni bir dağa
Zoruma gitti başladım ağlamaya
Karşıma çıktı bir derviş
Derviş amca dedim bu ne iş?
Kuru idim ıslandım sel beni neyler
Bulut oldum uslandım
Yel beni neyler?
Vay gidi dünya
Kimi güler, kimi söyler
Kulak verin bu masala
Keloğlan ne iş tutar, n’eyler


Handadır handa, bir kara manda
Üç yüz yaşındaydım evvel zamanda
Mavi çadır gerilmiş, duydum pazar kurulmuş
Vurdum karıncaya palanı
Kırk yerinden bağladım kolanı
Sardım sırtına seksen sekiz çuval soğanı
Vardım pazara
Vay ne pazar ne pazar, güzeller durmaz gezer
Kırlangıçlar terzi, köpekler kalaycı, tilkiler tüccar

Buldum bir köşe, başladım işe
Soğan sarmısak satarken
Terazimin kolu kırıldı bir güzele bakarken
Kurbağa kanatlandı gitti gelin getirmeye
Gelin çıktı çardağa, çat yerleşti bardağa
Masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı


Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde… Odunun biri bir odun vurdu kafama… Kafam koptu kalktı gitti sarmısak pazarında sarmısak satmaya… Durur muyum ya, ben de arkasından koştum. O gitti ben gittim, o gitti ben gittim; derken arkasından yetiştim ama, bak şu kafaya:
– Ben senin kafan değilim, demesin mi?
– Kafamsın!
– Değilim!
– Kafamsın!
– Değilim!

Diye atıştık, vuruştuk. Son sonu kadının kapısında buluştuk. Buluştuk ya, bak şu püsküllü belaya, kadı evde yokmuş, mercimek ağacına çıkmış da mercimek topluyormuş…

Ağacın tepesinden bize bağırdı:
– Sizin davanız büyük dava!.. Kuş kanadı kalem olsa, derya deniz mürekkep; gene ne yazılır, ne biter… Hele kırk tomar kâğıt, kırk kucak kalem getirin de ötesini düşünürüz, dedi.

Bir dediğini iki eder miyiz? Aldık getirdik, bulduk getirdik. Merdiveni de aradık taradık, götürüp mercimek ağacına dayadık, dayadık ya, kadı inerken kırılıvermesin mi mübarek!..

Kadı öldü, kafam da bana döndü: Ah kafa, nah kafa; ne çekersem senin elinden çekiyorum…


Var varanın, sür sürenin… Baykuşu çoktur viranenin… Destursuz bağa girenin, geçmez para ile dükkâna girenin, hokka çömleğini başında patlatır Bekri Mustafa… Hak dost, veli dost… Babamdan kaldı bir eski post… Ben dikerim, o sökülür… Arasına bit, pire sokulur… Ufacığı bakla gibi, büyüceği toklu gibi… Tuttum pireyi, İstanbul’a yolladım. Bekledim, bekledim gelmedi. Ardından uşak yolladım.

Kırk kişiyiz… Onumuz odun yarar, onumuz kav çakar, onumuz su taşır, onumuz ateş yakar… Bir de baktık kaz kafasını kaldırmış, kazandan bize bakar… Fare takla tukla… Ne nohut bıraktı bu yıl, ne de bakla… Kahveci kutuyu sakla, tiryaki olmuş o güdük fare…

Fare ovada yedi başağı, sıyrıldı çıktı direkten… Somunu kaptı kürekten… Gözleri büyük çörekten… Dişleri iri oraktan…

Tavandan teker meker… Gözlerime toz döker… İhtiyara bakmaz geçer. Bir oh çekmez mi bizim güdük fare? Tavanda koptu patırtı… Çömlek başına atıldı… Çektim tüfeği avludan… Yah ettim dokuz kilo soğan.

Derken efendim, baldıranlığa daldı kurudur diye… Boz eşek attı çifteyi geri dur diye. Ben tuttum kuyruğundan ileri diye…

Kalktı sıçradı kürek sapına… Gözünü dikmiş çocuk hakkına… Seksen kiloluk pekmez küpüne…

Reçel olup gitti bizim güdük fare… Efendimin ağası… Sivridir külahisi… Uzatmayalım biz bu sözü, başımıza gelir daha belası…

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir memleket padişahının kırk oğlu varmış…


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal, pire berber iken, ben dayımın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, aşağıdan:

– Tutun da, vurun da! diye bir gürültü kopmaz mı?

– Eyvah, dedim. Şimdi bunlar susmazlar, dayımı uyutmazlar.

İki kalktım, bir hopladım. Yüz ayak merdiveni bir çırpıda atladım.

Baktım; bir kuru kalabalık.

– Nereye gidiyorsunuz böyle? dedim.

– Hak aramaya gidiyoruz, dediler.

Neyse, katıldım ben de içlerine, vardık koca şehrin birine. Aradık taradık, hakkımızı bulduk. Meğer o da pire değil miymiş?

Bindim pireye, vardım Tire’ye. Pire gider çatır çutur, hak sahibine balta getir. Bak şu pirenin işine, yular bağladım dişine. Gören şaştı, duyan şaştı, Üsküdar vapuru Beşiktaş’ı aştı.

Tuttum pirenin birisini, kırdım ufağını irisini, davula geçirdim derisini, kaytan yaptım kuyruğunu.

Sonra sırtına vurdum palanı, altından çektim kolanı, dinleyin bakalım bendeki koca yalanı… (Eflâtun Cem GÜNEY’den)

Masal ülkesinin çocukları

Gün geçtikçe daha da inkar ettiğimiz aslımızın bize kattıklarını unutarak bizden olmayanı yaşamaya çalışıp duruyoruz. Halbuki elimizdeki hazine akıllara durgunluk verecek seviyede; ancak bu hazine deryası hazin bir süreçten geçiyor. Artık unuttuğumuz geçmişimize anılarımız da katılıyor ve bizler "biz" olmaktan çıkıyoruz.

Alev Alatlı’nın "SCHRÖDİNGER’İN KEDİSİ [KÂBUS]" isimli eserinde bir dönemde insanların "Ağzı olan konuşuyor" reklamlarıyla ne hale geldiğine dair fevkalâde bir tespiti var. Bizi, kendimize nasıl yabancılaştırdığımızı anlatır, Alatlı. Genç zihinlerin umursamadığı, orta yaşlarında olanları kıvrandıran ve yaşlıları da bıktıran ve umutsuzluğa iten bu ve bunun gibi meseleler yüzünden artık konuşmaktan, paylaşmaktan ve samimiyetten uzak bir dünyada yaşar olduk.

Artık ne komşumuz var ne dostumuz. Başımızı sokacağımız bir ev bizim için her şey anlamına geliyor. Artık babalarımız, dedelerimiz bize masal anlatmıyor. Aklımız yalnızca para elde etmede.

Sizlerden ricam evlatlarınıza, sevdiklerinize masal okumanız ve masal okumaya başlamadan önce de not ettiğiniz bu tekerlemeleri şevkle dinleyeninize takdim etmeniz.

Unutmayınız, bizler masal ülkesinin çocuklarıyız.

Gökten üç elma düşmüş. Biri bunu yazanın başına, biri okuyanın başına, diğeri de sizi dinleyecek olanların başına…

                                                                                                                                                    …Samimiyetle…

(*) Bu yazı "anlamak.com.tr" adresinden alıntıdır.

         

                                                          http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

 

Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman…

Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü
Kar yağmış dağlara, bozulmamış ütüsü
Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü
Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana
Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.


Ay, şafağa yakın bir mum gibi erimeden
Dağlar çivilendikleri yerde çürümeden
Bebekler hayta hayta yürümeden
Geleceğim diyorum, geleceğim sana
Ne olur kesin bir takvim sorma bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Beklesen de olur, beklemesen de
Ben bir gök kuruşum sırmalı kesende
Gecesi uzun süren karlar-buzlar ülkesinde
Hangi ses yürekten çağırırsa beni sana
Geleceğim diyorum, takvim sorma bana
-Ihlamur çiçek açtığı zaman.

Bu şiir böyle doğarken dost elin elimdeydi
Sen bir zümrüd-ü ankaydın, elim tüylerine deydi
Sevda duvarını aştım, sendeki bu tılsım neydi?
Başka bir gezegende de olsan dönüşüm hep sana
Kesin bir gün belirtemem, n`olur takvim sorma bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Eski dikişler sökülür de kanama başlarsa yeniden
Yaralarıma en acı tütünleri basacağım ben
Yeter ki bir çağır beni çiçeklendiğin yerden
Gemileri yaksalar da geleceğim sana
On iki ayın birisinde, kesin takvim sorma bana
-Ihlamur çiçek açtığı zaman.

Bak işte, notalar karıştı, ezgiler muhalif
Hava kurşun gibi ağır, yağmursa arsız
Ey benim alfabemdeki kadîm Elif
Ne güzellik, ne de tat var baharsız
Güzellikleri yaşamak için geleceğim sana
Geleceğim diyorum, biraz mühlet tanı bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Ihlamurlar çiçek açtığı zaman
Ben güneş gibi gireceğim her dar kapıdan
Kimseye uğramam ben sana uğramadan
Kavlime sâdıkım, sâdıkım sana
Takvim sorup hudut çizdirme bana
Ben sana çiçeklerle geleceğim
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.
 

Bahattin KARAKOÇ